Ne kadar zor bazen “Sadece edebiyat yapmak.” Yıllarca edebiyatı “Güzel söz söyleme sanatı.” olarak öğreten edebiyatçılar vardı. Bu tanım kadar edebiyatı yerle bir eden diğer bir tanım ise edep kökünden türediğini varsayanlar. Türk edebiyatının zirve yaptığı yıllara bakarsak bu tanımların pek de işe yaramadığını görürüz. Yanlışlardan bir diğeri ise klasik Türk edebiyatında kadın şair bulunmadığından tutun da kadın romancıların başarısızlıklarına kadar edebiyatı da daima gücü elinde tutan erkek egemenliğine layık görürüz. Toplumla iç içe olan bir sanatı asla tek bir kavram ya da tanım karşılayamaz. Neyse biraz sesi kısıp okunmasa da, görmezden gelinse de birilerine bir gün umut olur dileğiyle yazalım. Tıpkı Fatma Aliye Hanım gibi…
19. yüzyıl Osman İmparatorluğu’ndayız. Devletin siyasi açıdan buhran dönemi sayılsa da Türk edebiyatının en önemli çağı başlamıştır. Dilin gerçekten en üst seviyede kullanıldığını, felsefenin, anlam arayışının şiire girdiğini görürüz. İnsanı ve varoluşu sorgularız. Fatma Aliye böyle bir dönemde dünyaya geliyor. Babası devlet adamı olan Ahmet Cevdet Paşa, manevi babası ise Ahmet Mithat Efendi. Tanzimat Dönemi’nde ideal Türk kadınını daima erkek yazarlar tanıtmıştır. Bu kadınlar; iyi eğitim görür, Batı dillerini bilir, piyano çalarlar. Fatma Aliye de konak eğitiminin ardından piyano ve Fransızca dersleri alır. Ardından Ahmet Mithat ile tanışması ve Fransızcadan yaptığı çeviriler onu edebiyata yönlendirir. Her ne kadar kadın sorunlarında referansı İslam kadını olsa da kadın-erkek eşitliğini daima üstün tutar. Eserlerindeki kadınlar daima güçlü ve ayakları yere basan kadınlardır. En çok bilinen romanlarından biri olan Ref’et (1896-1897) haksızlığa uğrayan bir kadının kendi çabası ile okuyup öğretmen olarak toplumda bilgili ve kültürlü bir kişi olarak yer alması anlatılır. Refet ilk Çalıkuşumuzdur aslında. Levâyih-i Hayât (1898) adlı eseri ise beş kadın karakter üzerine kurulmuştur. Bu kadınların birbirleriyle olan mektuplaşmalarıyla dönemin kadınını daha yakından tanırız. Kadın konusu üzerine yazan ilk kadın, Fatma Aliye Hanım diye bilinirken, Zehra Toska’nın 1994’te yayımlanan araştırmalarına göre Zafer Hanım’ın “Aşk-ı Vatan” adlı romanının Tanzimat Dönemi’nde 1877’de yayımlanmış ilk Türkçe romanın varlığı da sonradan ortaya çıkmıştır.
Fatma Aliye’nin ilk çalışmalarına ve ilk tercümesine ‘bir kadın’ imzasını atması ve kendini saklama ihtiyacı ise sadece Osmanlı toplum hayatında değil, Avrupa ülkelerinde de yazar olarak kadınlara alışılmamasından kaynaklanmaktadır. Mesela İngiltere'de aynı dönemde bazı kadın yazarlar ya George Eliot gibi erkek ismi almakta ya da Jane Austen’ın yaptığı gibi Curor Bell gibi cinsiyeti belli olmayan isimlerle yazmaktadır. Bu yüzden Fatma Aliye Hanım’ın tavrı hiç de şaşırtıcı değildir. Üstelik adı belirtilmemekle birlikte o eseri yazanın bir kadın olduğu da gizlenmemiştir. (ÖZKAN,2017)
Yazar Ahmet Mithat Efendi (1855-1912) Fatma Aliye için şöyle der: “Şu kızın hâline şaşıyorum. Okuduğu öğrendiği şeyler âdeta pek mahdut(sınırlı) olduğu hâlde zihnini o kadar âli mebâhise kadar vardırabiliyor ki insana adeta ürkeklik geliyor. Erkek olmalıymış da muntazam tahsil görmeliymiş. Hakikaten bir dahiye-i uzmâ kesilir idi.” (GEZER,2018)
İşte bu yüzden edebiyat sadece güzel söz söyleme sanatı değildir. Öyle bir etkisi vardır ki yüzyıllar sonra Fatma Aliye Hanımla bir romanda karşılaşır; 2024’te kadın olmanın, eşit olmanın, edebiyat yapmanın mücadelesini verdiğinizi konuşursunuz. Ahmet Mithat’ın onun için söyledikleri bu yüzyılda hâlâ yorar bizi: Erkek olsaymış.
Ne mutlu bu toprakların güçlü kadınlarına! Tüm kadınlara sevgilerimle…
İpek KULA
KAYNAKÇA
ÖZKAN,Nevzat : “İlk Kadın Romancımız Fatma Aliye’nin Yetiştiği
Sosyal ve Kültürel Ortam”. Söylem Filoloji Dergisi. 2017; 2(2): 180-192
GEZER, Gülnaz: “OSMANLI’DA KADININ UYANIŞI: FATMA ALİYE HANIM” Cedrus VI (2018) 597-612