Hepimizin çocukluktan beri öğrendiği bir değer var: tevazu. Mütevazı olmak, büyüklerimizden bize aktarılan en önemli erdemlerden biri olarak görülür. Ne kadar büyük başarılar elde edersek edelim, alçakgönüllü olmanın bizleri yücelteceği öğütlenir.  Hatta hatırlıyorum şu anki halimden daha mahcup daha mütevazı bir çocuktum ben, ancak bazı durumlarda fazla tevazu, farklı bir probleme kapı aralar: Değerini düşürmek, hatta vasatın altındaki kişilerin tavsiyelerine mecbur kalmak.

Öyle ya sen derviş gibi içine kapandıkça o Zümrüd-ü Anka gibi kanat çırpar…

Yani sonsuzluğuna ve yeniden doğuşuna kendi pervasızlığı ile alkış tutar. Edep sen güzel şeysin!

“Fazla tevazunun sonu vasattan nasihat dinlemektir” der atalarımız. Bu söz, aslında tevazunun fazlasının insanı zayıf bir konuma getirebileceğini günlük hayatımızda tak diye önümüze koyar. Gerçekten de hayatında önemli yerlere gelmiş, başarılara imza atmış biriyseniz, kendinizi sürekli küçültmek, yanlış kişilerin sizi yönlendirmesine zemin hazırlayabilir. Böyle bir durumda, hak ettiğiniz değeri bulamaz ve başkalarının gölgesinde kalırsınız. Buna gerek var mı?

Tevazu elbette ki güzel bir şeydir; ancak insanın kendi değerini fark edemeyecek kadar mütevazı olması, kişiyi olduğundan daha aşağı bir yere koyabiliyor ve çok üzgünüm ama bu bende ciddi bir pişmanlık hissi yaratıyor.  Örneğin, iş hayatında büyük başarılar elde etmiş biri, sürekli “Ben bir şey başarmadım” tavrını takınırsa, çevresindekiler de onu bu şekilde görmeye başlar ki ne zaman bunu yapsam benden daha az şey yapmış bir dalkavuğun mesnetsiz havalarına maruz kalıyorum. Hoop sonra vites yükseltiyorum sonra da hoop “Deniz de biraz şey”. Ney? Gebertirim seni!

Mütevazı olacağım derken; zamanla, belki de çok daha az deneyim ve bilgiye sahip kişilerden tavsiyeler alır hale geldim ama duvarları yumruklar hale geldiğimi anlayınca da sağlam bir tornistan yaptım. Kendi değerini görmeyen biri gibi davranmayı bıraktım ve başkalarının yanlış yönlendirmelerine açık olmadığımı gözlerine soktum. “Sen bir sus Allah aşkına” demeyi öğrendim.

Bilgili, deneyimli ve yetkin insanlar, kendilerini küçültmek yerine sahip oldukları değeri ortaya koymayı öğrenince ortalıkta sabah altı otoyol sessizliği oluyor. Aksi takdirde, vasatın altında kalan insanlar onların yerini doldurmaya başlıyor ve sabah sekiz trafiği çingeneliğine maruz kalıyoruz.

Ne zaman geriye çekilsek, boşluğu dolduranlar çoğu zaman yeterli niteliklere sahip olmayanlar olmasın diye de kendimizi paralamamıza gerek yok arkadaşlar, onlar doğal seleksiyonda yok olup gidiyorlar. Her “mal”ın bir alıcısı yok. Bazı mallar cidden elde kalıyor, üzgünüm…

Ama bunu da kibre çevirmemek çok ilginç bir denge meselesi. İtiraf ediyorum ben bazen kuramıyorum. Karşımdakini parçalayana kadar eziyorum, egomu yönetemiyorum. Henüz tam pişmediğim için böyle anlamsız bir saldırganlığım olduğunun da son derece farkındayım çünkü artık eskisi kadar ciddi öfke patlamaları yaşamadan, bazı şeyleri dur noktasında bırakıyorum. “Eğer yeterli kişiler geri planda kalırsa, vasat olanlar öne çıkar ve liderlik etmeye başlar korkumu” da bir kenara bırakıp, susmayı, gününün geldiğinde keyifle izlemeyi öğrendim.

Büyümek sanırım tam da böyle bir şey...

Büyümek yaşlanmak değil, zamanın nasıl işlediğini öğrenmek ve zamana müdahale etmemek, aceleci değil, sakin olmak…

Sonuç olarak, tevazu da kibir de dengeli bir şekilde yaşanmalıdır. İnsan, başarılarını ve yetkinliklerini küçümsemeden, onları kibre dönüştürmeden ifade edebilmelidir. Tevazunun fazlası, bireyi değersiz hissettirebilir ve gereksiz yere başkalarının etkisi altına sokabilir. Kendimize saygı duymalı, hak ettiğimiz değeri görebilmeliyiz. Çünkü “fazla tevazunun sonu, vasattan nasihat dinlemektir” ve bu, kaçınılması gereken bir sonuçtur.

Hepiniz değerinizde bir hafta yaşayın, sevgiler…